27 Şubat 2012 Pazartesi

Saat 3 olmuş..


Korkma yorulduysan, anaforda boğulduysan..
Anafor nedir sahi? 
Birazdan çıkacağım bu odadan. Bir dönem ne büyük heyecanlarla açtığım kapıdan.. 
Sıkıldım mı ben de? Yok canım.. Bir buhran döneminin geçişini izliyorum hayatımın ortasından.. Daha öncekinin aksine bu sefer ayakta durabilmem dileğiyle..
Hatalar benim mi? Ne diyorsun?! Sonuna kadar.. Geçecek de sanıyorum, bir hatanın bedeli bin yıl sürmez ya.. Eğer sonsuz döngüye girmemişsen tabi.
Anne babaya artık dert anlatamıyor olmak, ayaklar üzerinde dururken aslında seni toprağın üzerinde tutanın dizlerin olduğunun farkına varmak.. O çok sevdiğimin söylediği gibi.. " Acılı konular bunlar.."
Tek çocukluğun, tek başınalığın farkına varmak; veya şöyle diyelim, tek gerçekle yüzleşiyor olmak.. Hakikaten acı..

Bir iskelenin ucunda bekleyip ileride uzaklaşan yunusları izlerken birden ben de onlardan olduğumu fark ediyorum. Aptallık parayla mı? Fark etsem bile karada olduğum sürece kuruyup öleceğimi, durup izliyorum gün batımında yüzenleri.. Onların yüzdüğü su farklı, benimki farklı olacak diye korkumdan atamıyorum kendimi denize.. Serde erkeklik de yok, hayret!

26 Şubat 2012 Pazar

Vazgeçtik Sevdalardan


Vazgeçtik sevdalardan
Yalnızlığımıza döndük yüzümüzü
Ve yürüdük el ele..
Kendimizden uzaklara
Ne keder ne sevinç
Ne umut ne de umutsuzluk
Birşey ifade etmiyor artık
Merhamet can çekişirken içimizde
Kendimizden arta kalanlarla yürüyoruz.. el ele
Ve yürüdükçe "siz"leşiyoruz
Sizleştikçe daha da çok tiksiniyor kendimizden,
Sizleşmeden kalmayı başarabilmiş yanımız

Vazgeçtik sevdalardan
Yalnızlığımıza döndük yüzümüzü
Ve yürüdük..
Geceye
Ne gülüşümüz ilk gülüşümüz
Ne de yürüyüşümüz ilk yürüyüşümüz artık
Gözyaşlarımız bile bize yabancı

Merhamet sürünürken içimizde.. yürüyoruz hala,
Kavrulurken soğuk kış güneşinde.
Ve yürüdükçe ufalanıyoruz
Ta ki bir avuç küle dönene kadar..
Kendi küllerimizin arasında duruyoruz şimdi.. el ele

Alın bizi
Kendimizden geriye kalanlarla birlikte,
Ormanımızın üstünden bırakıverin
Yağan karla beraber.
Düşerken buluşsun küllerimiz son defa
Karışsın birbirine
Sonra sessiz suya dökülelim
Ve akalım umursamadan
Tek birşeymiş gibi
Vakit hep gece olsun
Ayrılmayalım bir daha asla

Ormana tek bırakabildiğimiz..
Yaşanmışlıklar
Yarım kalan hayaller
Ve iki gümüş kolye
Yüzyıllar geçecek, zaman durmayacak
Yorulmak bilmeyecek serçeler
Güneşler doğacak, güneşler batacak
Yeşerecek dallar ve kuruyacak
Biz ise akıyor olacağız. el ele
Ama ne gören olacak ne bilen
Umursamayacaksınız bizi

Ben "gece"yim.. Sen.. "Sessiz Su"..

En Uzun Yol

Zihnimiz ve kalbimiz binbir parçaya bölündü. 

Her tarafa yetişmeye çalışıyoruz. 

Yorgunuz, asabiyiz ve gerginiz. 

Hayatın gürültüsünden birbirimizi göremiyoruz. 

Bağırıyor ama sesimizi duyuramıyoruz. 

Gürültü var; bağıranların sesini duyamıyoruz.

Bakmalı, görmeli ve seyretmeliyiz…

Seyrimizi not etmeliyiz…

Vakit daraldı çünkü ve sözler birikti.

Vakit daraldı ve söyleneceklerin çoğu henüz söylenmedi.

Durup dinlemeliyiz,

Durup dinlenmeliyiz,

Durup düşünmeliyiz, 

Ama durmalıyız önce. 

Durmalı, durulmalı, durulanmalıyız.

Ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmalıyız.

Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız.

Yolu bulmalı, yol olmalıyız.

Ne demişti şair:

“En uzun yoldur, insanın içi”

...........................................
Alıntıdır

25 Şubat 2012 Cumartesi

Bizim adımızın var olduğu, güzel sokaklar vardı….!


Bizim adımızın var olduğu ama kimsenin bilmediği güzel sokaklar vardı her zaman burada adımız var ama kimseler yoktu. Gizli kapaklı kalmış sevdalarımız ve içimizde acıyan bir yaramız her zaman var oldu hep bir şeylerin özlemi bir şeylerin sevdası oldu içimizde ne zaman ağlayıp ne zaman güleceğimiz hiç belli olmadı.. Hep rolleri başkası verdi elimize her zaman .. hiç bir zaman hiç bir sahnede assolit olarak oynamadım ama tek bildiğimiz ise Bizim adımızın var olduğu ama kimsenin bilmediği güzel sokaklar vardı..
 Her gün gülmek için de bir sebebimiz vardı. Kimi zaman durgun kimi zaman yorgun kimi zamanda bize atılan bir kazığın hesabını sormak için mücadele verdiğimiz ve her mücalenin sonunda yenik düştüğümüz kimsenin bilmediği ama bizim adımızın her zaman var olduğu güzel sokaklar vardı..
 Sabahları kalktığımızda odamıza vuran hafif bir güneş ışığı ve kimsenin veremediği sıcaklık vardı. Güneş o sokaklarda sadece ama sadece bizim için doğar sadece bize verirdi sıcaklığını..
 Hep hayalini kurduk yarınların hep elinden tutup yürüyeceğimiz bir sevgili ve her sabah kalktığımızda onun verdiği mutlulukla yola çıkmak onun huzurunu yaşamak ve her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda onu düşüneceğimiz ve her gece başını yastığına koyduğunda bizi düşünen bir sevgiliyi.. Hep ama Hep hayalini kurduk…
 Bizim hayallerimizin yaşadığı duygularımızın sınırsızca kol gezdiği ve kimsenin karışamadığı Ve sadece ama sadece bizim adımızın var olduğum kimsenin bilmediği sokaklar vardı….
 İşte o sokak her zaman var olacaktı. Taki bir gün bu beden toprak olup yok oluncaya dek… işte o sokaklar kalbimizin tam ortasında idi.. Bizimle doğdu bizimle yaşadı bizden başka kimse bilmedi sadece bizim adımız ve gizli kapaklı kalmış sevdalarımızın adının varlığı ile.. Ve kimsenin bilmediği ama bizim adımızın var olduğu, güzel sokaklar vardı….!
 Mehmet KIZILHAN

22 Şubat 2012 Çarşamba

"Fetih" Hakkında

Bu başlık da çok köşe yazısı gibi oldu.. O kadar resmi ya da yorumsal bir yazı olmayacak yahu.. 

Bu filme karşı bazı insanların tavırları, Kahpe Bizans'ta "Aman onu komutan yapmayın efendim! O daha küçücük çocuk komutanlık nedir bilmez ki, onu değil, beni komutan yapın!" repliğinin sahibi aşırı korumacı anne karakterini hatırlatıyor bana. Sanki birileri çıkıp bir şey diyecekmiş de filmi ortaya çıkaran ekip alınıp küsüp Türk sineması bir daha böyle bir film girişiminde bulunmayacakmış gibi.

"Küçük çocuk mu ayol bunlar küsüp gitsinler..?" diyesim geldi.

Film pek iyi değildi kabul edelim, ama bunu bir moral bozukluğuna dönüştürmenin de gereği yok. İnsanlar projeler yapar, o projeler de haklı ya da haksız yere tutulur ya da tutulmaz. Bunu gurur meselesi haline getirmemek gerek.

Bugün filme dair ağzımı açacak olsam korumacı tiplerden "Ama bak şu kadar bütçeyle yapılmış.. Emek var.." veya "Filanca sahnenin çekiminde bile 40 küsur insan rol almış, çok uğraşmış adamlar.." şeklinde sorusuz yanıtlar aldım.

Bu kişileri böyle panik halde korumaya iten de filme daha gitmeden "Aman yea, Türkler de savaş filmi mi yaparmış, çekim kalitesine güvenmiyorum.. Öyle bildik tanıdık oyuncu da yok zaten.." şeklinde yorumlarla tıngırdayan diğer kişiler sanırım.. Etkiye tepki ne de olsa azizim.

O değil de, neden filme "herhangi bir savaş filmi" olarak bakmıyoruz? Evet, Mehmet Han adında bir sultan İstanbul'u fethetmiş, evet Türkler de bunun filmini yapmış.. Ben şahsen savaş sahnelerindeki digital efektlerden korkuyordum da, mekan sahneleri de fena çıktı.. Filmin bir kısmında fon bulanıktı resmen.. Hatta bir an eski Cüneyt Arkın filmlerinden izliyor gibi hissettim. Bir de ilk yarıda denk gelen o kesilen kolun haldır haldır sallanma sahnesini neden zoom yaparak göstermişler anlam veremedim. Arada gündeme gelen aşk sahnelerinde kızın hikayesi pek tanıdık geldi. (Bu konuya detaylı olarak savaş filmlerini ayrıca ele aldığımda giriş yaparım) Bir de son sahne öyle bir oldu ki, sanki köyü basılıp ailesi katledilen bir kadın için fethedildi koca şehir. Biz bir açıdan bakınca öyle gördük.

Oyunculuklar hakkında bir yorum yapamam, bir ara birebir dövüş sahnelerinde çok bağırıyorlar gibi geldi.. 

Ben bir izleyiciyim ve bana batan bir şeyler illa ki filmde o şeylerin birer hata olduğunu göstermez, kendi zevkimin elçisiyim ve hani, elçiye zeval olmaz.


Tatilden Dönen Çalışan

Tatilden dönen çalışanınıza kızmayın. Onun aklı hep sizdeydi. Gözü mail adresine yönlendiren kısayolda, kulağı kapalı şirket telefonunda.. İlk günler onun için de zor geçti, arkadaşları zor aldılar bazen bilgisayarın başından, hep aklını başka yerlere çeldiler.. Bir nevi ayırdılar sizi. Birine kızacaksanız arkadaşlara, hatta "aman oh iyi olmuş, kafa dinle azcık" diye yerli yersiz konuşan aileye kızın.

Tatilden dönen çalışanınıza kızmayın, evet, son günlerde artık alışmış olmanın verdiği rehavetle biraz aklından çıktınız, evet belki dönüşte onu bekleyen bambaşka bir projeyi düşlediği de oldu.. Ama sizi hiç gerçek anlamda terk etmedi.

Tatilden dönen çalışanınız her şeyi ikiniz için yaptı.. Uzun süreli bu ayrılık daha verimli çalışma saatleri, daha farklı bir bakış açısı, gelişmiş yeni fikirler olarak karşınıza çıkacaktı. Zaten tatilden dönen çalışanınız sizi bırakmayı hiç istemedi ki..

Hadi ama tatilden dönen çalışanınıza kızmayın, biliyorsunuz, siz de özlediniz.. Her ne kadar milyonlarca dosyayı önüne yığıp tek kelime etmeseniz de.. Acımadan saat 7:20'de telefonla ayağa dikseniz de.. Tatilden dönen çalışan iyidir, ilişkiyi canlandırır, taze kan getirir..

Tatilden dönen çalışanınızı tatili bir kaç gün uzattığı için affedin, bağrınıza basın..
Sonra da acımadan sömürmeye başlayın!

Feda olsun.

Sevgiler..

19 Şubat 2012 Pazar

Kurabiye Canavarı'ndan Tom Waits'e sevgilerle...

           Kurabiye Canavarı'ndan Tom Waits'e sevgilerle...




Kurabiye Canavarı'nın Tom Waits'e selam çaktığı video kolajıyla ben de bir blog sayesinde karşılaştım.
90'ların çocukları iyi bilirler;susam sokağı sakinlerine selam olsun.
Konu Kurabiye Canavarı ile Tom Waits'i biraraya getiriyorsa paylaşmak gerekir diye düşündüm :)

YouTube aracılığıyla Kurabiye Canavarı'ndan dinliyoruz: God's Away on Business!

Balık üzerinde bir kız #2

Konuşmak çok iyi gelirdi şimdi. Seni hep geyiğine ararım bilirsin. Şu ara fena geyik malzemeleri var elimde ve en iyi adamım yanımda değil! :) Gülümseme işaretini çakmışken, yine aklıma geldin, seni özledim.

Garip olan şu ki, bu yazılara ne tepki verirsin bilmiyorum, giderayak ufak bir parçanı göstermiştin, yine duygulanır mıyız dersin okusak bunları, çok zaman sonra?

Nasıl anlasınlar seni beni, acıkmadan yiyenler..

Kehanetin tuttu, artık adınla başlayan cümleler kurmuyorum. Ama sorunun cevabı işte burada : Seni hep hatırlıyorum.. Hatta bak, sadece biri tarafından tanındığım bunca insan önünde de paylaşıyorum. Seni özlüyorum..

Bırakıp gittiğin bu adamlarla ne yapacağımı şaşırıyorum bazen. Kimsenin senden bir farkı yok, hepsi sorduğum sorulara "Onu ben bilemem, senin işin" diyor. Mutlu musun?

Söyleyecek pek bir lafım yok, böyle ulu orta yazınca biraz bir "şey" e de benzemesi gerekiyor.. İnsanlar bizim sohbetimizi yanımızda olmadıkça anlamazlar ki? Biz bile ne zaman sonra anlamıştık değil mi?

O RHCP şarkısını bir daha dinletsen ya bana? Şarkı kulağımda kalmış olsa bulmayı isterdim.. Ama bu bir yandan da bir daha görüşeceğimizi ifade ediyor değil mi? Bana söylemiştin, "görüşeceğiz".. Değil mi?

Hadi perdeyi kapatırken son dinlediğimiz şarkıyı da analım..



Seni özledim.

Feeling Good eşliğinde - Hadi geri dönelim!

Chuck, Sarah ile birlikte onu kurtarmak için gittiği Paris'ten eve döndüğünde, ilk gece bu şarkıyı dinleyerek uyumuşlardı.

Ben eve döndüğümde yanımda bir Chuck yoktu, - İlaç niyetine bir Zachary Levi bulabileceğim ülke var mı ki?- Ben eve döndüğümde bazı dostları özlemiştim. Cebimde TL'ye çeviremediğim bozukluklarım, çantamda oyuncaklar ve şehrimde beni bekleyen milyonlarca iş!

Eve döndüğümde "Ne kadar çok Türk var lan?!" demiştim, yanından geçerken dedikodusunu yapamayacağımız onca insan, sırf aynı dili konuşuyoruz diye.. Ne gerek var? Hadi geri dönelim!..

İster istemez İstanbul'da olmanın verdiği bir endişe, hadi bavulların başına bir iş gelirse, bu kayan bandın 3 ayrı köşesinde mi beklemeli ki? Orası daha mı güvenliydi ne? Hadi geri dönelim?..

Hava alanı içinde hala biraz "foreign" insanlar, hala mutlu sayılabilirim.. Belki dışarıda da vardır bunlardan, hani yollarda falan.. Bi' göz atıp geri dönelim mi?..

İnsanların konuşmalarını anlamak güzel, çocukların bağırışları bile Türkçe, acaba Danlar olsa onlara garip gelir miydi tüm bu sesler? Geri dönüp onlara soralım mı?..

Tüm bu ikilemlere rağmen şarkı hala güzel, Chuck hala dışarıda bir yerlerde.. Yeni bir başlangıç, yeni bir gün, yeni bir hayat.. Gerisini Nina'dan dinleyin.







18 Şubat 2012 Cumartesi

BAFTA ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU

Artist’in BAFTA şovu

Ne var ne yok, sildi süpürdü

İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi’nin (BAFTA) bu yılki ödülleri  dağıtıldı.


Biraz geç olsa da..Oscar öncesi prova niteliğinde olan Bafta ödüllerinden de bahsedelim istedim.
Londra’daki tarihi opera binası Royal Opera House’da yapılan ödül törenine Fransız yapımı sessiz film “The Artist” damgasını vurmuş.En iyi film başta olmak üzere aday olduğu 12 kategorinin 7’sini de kazanmış. Filmin erkek oyuncusu Jean Dujardin, en iyi erkek oyuncu ödülünü alırken, filmin yönetmeni Michel Hazanavicius en iyi yönetmen ödülünün sahibi olmuş.

/_np/0050/15800050.jpg

Aynı zamanda Amerikalı aktris Meryl Streep de, İngiltere’nin ilk kadın Başbakanı Margaret Thatcher’ı canlandırdığı “The Iron Lady” filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüş.



Her yıl Oscar ödül töreninden iki hafta önce verilen BAFTA ödülleri, Oscar alabilecekler ile ilgili ipucu niteliği taşıyor. Oscarın güçlü adaylarından War Horse ya da Moneyball gibi isimler bakalım 26 Şubatta bizi şaşırtacak mı ?

İŞTE ÖDÜLLER
En İyi Film: The Artist
En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius-The Artist
En İyi Kadın Oyuncu: Meryl Streep-The Iron Lady
En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin-The Artist
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer-The Help
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer-Beginners
En Orijinal Senaryo: The Artist
En İyi İngiliz Filmi: Tinker Tailor Soldier Spy
Yabancı Dilde En İyi Film: The Skin I Live in
En İyi Animasyon Filmi: Rango
En İyi Uyarlama Senaryo: Tinker Tailor Soldier Spy
En İyi Görsel Efekt: Harry Potter and Deathly Hallows (2. bölüm)
En İyi Makyaj: The Iron Lady
En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist
En İyi Sinematografi: The Artist
En İyi Müzik: The Artist
En İyi Kısa Animasyon: A Morning Stroll
En İyi Kısa Film: Pitch Black Heist

GİTME

Gitme..
Acımasızca gözbebeklerini hedef alan güneşe aldırmaksızın, karşısındakine dikmişti gözlerini.Karşisindaki anlayabilirdi sadece bu bakişlarin anlamini, etraftan geçen herhangi biri degil.Bir şeyler söylemesi gerektiginin farkindaydi.Fikirler sözcüklere, sözcükler cümlelere döküldükçe konuşma anlamsizlaşacakti.Aslında iki taraf da biliyordu.Artık anlamı yoktu konuşmanın. Ama bu bir gelenekti adeta… Sözler söylenir, ruhların üzerine perdeler çekilirdi. Perdelerin kapanışı ile bütün parçalara ayrılır, yabancılaşırdı…

_”Bu kapıdan dışarıya adımını attığın anda, biliyorsun değişecek her şey. Dışarıda sen olacaksın, içeride ben… Bütün o özgür dünyada yalnız olacaksın ve ben artık bir daha omzuna yaslanabileceğin, kaçabileceğin insan olmayacağım. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak…”

Karşisindaki “giden kişi” olmanın verdiği bencil mahcubiyetin yüzüne yansıttığı pembe renkle gözlerini yere dikti.Yüzünde “üzgünüm” ifadesi vardı.Oysa gözbebeklerinde özgürlüğe uçmak için çırpınan martıların kanat sesleri odayı doldurmuştu bile.Kendi kendine konuştugunun farkinda olsa da, gelenek bozulmasin diye son konuşmasini yapiyordu. Bir bütün olarak geçirilen günlerden hak ettigi tazminatti bu adeta. Bazilarina göre karşisindakini geri döndürmenin yolu, bazilari için ise kendi canini acitanin canini acitmakti. Oysa delikanlinin hiçbir amaci yoktu, son dakikalarda onu görebilmekten başka.Karşisindakinin tepkisizligine ragmen devam etti:

_”Senden nefret ediyor değilim. Daha önceki deneyimlerimde öğrendim zaten sonsuza dek bütün olma hayallerinin saçmalığını… Sen gitmek istemeseydin günün birinde ben giderdim zaten… Ya da bir bütünün parçaları olmaya o kadar adardık ki kendimizi, ortada ne sen kalırdın, ne de ben…”

Karşisindakinin gözlerindeki martilarin sesi odayi doldururken, içindeki hayale dair son kirintilari o martilarin gagalarina dogru atmanin aslinda sadece kendisini daha çok çikmaza soktugunun farkinda olmasina ragmen söyleyeceklerini bitiremiyordu. Ama zaten bu içindekileri bir zamanlar en iyi dostu olan bu insana söylemeyecekti de kime söyleyecekti?

_”Varlığınla bir zamanlar içine hapis olmuş bulunduğum karamsarlığımdan kurtardın beni. Bunun için sana minnettarım. Hayatımdaki bir sayfayı kapatmama yardımcı olurken, yeni bir sayfa açmama da yardım ettin. Seninle tanışmadan önce seninle ayrılmış olsaydım, belki de senden nefret ediyor olacaktım. Senin gidiyor olman o kadar da acıtmıyor içimi…”

Karşisindakinin kendisini degersiz hissetmesini de istemiyordu. Sözlerinin yaratacagi etkiyi gidermesi gerektigini biliyordu:

_”Geçmişteki insanlarla kiyaslandiginda hepsinden daha güzel duygular yaşattin bana.Ama onlar için çektiğim acıların yarısını bile hissetmiyorum. Bunun nedeni sana verdiğim değerin az olmasından kaynaklanmıyor. Bu tamamen senin dünyama girip, benim hayatımda yaptığım değişiklikleri güçlendirmenden kaynaklanıyor. İçimdeki, o her sürtünmede acıyan demir çıkıntısının her gidişte törpülenip, artık gidişlere karşı direnecek durumda olamamasından kaynaklanıyor. Eski sayfalar kapanırken, açılacak yeni sayfanın getireceği mutluluk ve hüzünleri sabırsızca beklemeye başlamamdan kaynaklanıyor anlıyor musun? Artık hayat sadece bir film gibi dönüyor etrafımda… Aşk ise sadece güzel filmden bazi sahneler…”

Gözlerini kaldırdığında, karşısındaki o kadar yabancılaşmıştı, o kadar koyu perdeler çekmişti ki, sözlerini anlamadığını, daha fazla uzatmanın anlamsız olduğunu anladı. Başka yerlerde, yeni hayatlara bakmanın sabırsızlığı ile uçup gitmeye çalışan bu rüzgarı durduramayacağını biliyordu. Sadece o ılık rüzgarı biraz daha fazla hissetmeye çalıştıkça, rüzgar daha da üşütüyordu…

Karşisindaki her şeyin yolunda gitmedigi için ne kadar üzgün oldugunu ifade etmeye çalişiyordu. Ama bu noktada ne kendi sözlerinin ne de onun sözlerinin anlami var miydi? Karşisinda duran, eski ateş topunun buza dönüşünü durduramayacagi gibi, karşisindaki de bu çürüyen ruhun hizla çürümesini durduramazdi sözleriyle…

Ayağa kalktı… Yutkundu… Artık konuşmaya devam etmenin anlamı olmadığına göre, sözlerini tamamlayacak olan son geleneksel figüre gelmişti sıra… Sımsıkı sarılırken insan karşısındakini bırakmak istemezdi, eğer gerçekten samimi ise… Ama bu defa farklıydı… Bir adım sonrasında onu bir daha hiç göremeyeceğinin bilinciyle, biraz da karşısındakinin artık ne düşünüyor olduğunu umursamadan sarılıyordu. Karşısındaki ise kendisine zorluk çıkarmadan avuçlarını açıp gitmesine izin verdiği için minnet duyuyordu. Onun ne kadar mükemmel, kendisinin ise içgüdülerinin etkisi altında hareket etmekten başka yapacak bir şeyi olmadığından ne kadar aptal olduğunu söylüyordu… Bu sözlerin hiçbir değeri yoktu… Binlerce defa bu sözleri duymuş ya da söylemişti… Bildiği ve kimsenin hiçbir cümle ya da davranışla değiştiremeyeceği bir şey vardı: O TÜKENMİŞTİ… İlk zamanları düşünüp o günleri özlemek, kendine işkence etmekten başka hiçbir şeye yaramıyordu. Kız o utangaç tavrıyla kapının eşiğinden dışarıya adımını atarken, nefesini tutmuş, onun bir an önce dışarıya çıkmasından başka bir şey istemiyordu. Kız çıktı, o kapıyı kapattı… Kapıyı kızın arkasından kapattıktan sonra ayakta duracak gücü kendinde bulamıyordu… Kapıya yaslandı… Yavaşça yere dogru çömeldi… İçinde tuttuğu, o içini yakan nefesi bıraktı. Bıraktığı nefesle beraber ruhundan da bir parçanın çıktığını hissetti… Bütün dünyası etrafında dönüyordu… Oturduğu yerde hıçkırıklara boğulmuştu… İçinden kopan parça nedeniyle ruhunda kanayan yara, çocukça “GİTME” diyordu, sözlerinin duyulmayacağını bile bile…

17 Şubat 2012 Cuma

SCORPIONS

Genel olarak insanların müzik zevki ve müziklerden haz alma duygusu; küçük yaşlarda pop müzik,ortaokul yıllarında Türkçe rap, lise yıllarında yabancı pop,orta  ve ileri yaşlarda Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği olarak belirmektedir. Ancak benim de içinde bulunduğum dönem olan üniversite yıllarında insanların bu düşünce yapısı  çeşitlilik gösterir. Kimi üniversiteli  metal  ve rock türüne ilgi gösterirken,kimileri de tıpkı ileriki yaşlarda büyük haz duyarak dinleyeceği  Türkçe halk ve sanat müziklerine ilgi duyar. “Zevkler ve renkler tartışılmaz” sözüne de dayanarak bunun çok normal olduğu kaçınılmazdır çünkü her müziğin kendine özgü,insanları kendisine bağlayıcı ve zevk uyandıracağı yönleri vardır. Bu yazımda, kendimi içinde hissettiğim bir müzik tarzı olan hard rock grubu Scorpions hakkında bilgiler vereceğim...

 2.Dünya savaşından sonra birçok Alman genci gibi Rudolf Schenker  de kendi müzik zevkini,giyim tarzını ve daha birçok özelliğini Amerikan modasına göre uydurmaya başlamış, adeta yaşam tarzını ona göre şekillendirmiştir. Küçük yaşlarından itibaren ilgi odağı gitar ve müzik olmuştur.1960’lı yılların başında da Beatles grubu onun müziğe sevgisini daha da tetiklemiştir.1960’ların ortalarında da Rudolf, ailesinin de onayıyla müzik grubunu kurmaya karar vermiş, ve 1965 te Almanya’nın Hannover şehrinde grubu resmen kurmuştur.Schenker grubun gitarist ve vokalistliğini üstlenirken, Karl Heinz Vollmer gitarda, Achin Kirchoff bas gitarda, Wolfgang Dziony ise bateride yerini almıştır.Grubun kurulmasından kısa süre sonra Karl Heinz ve Achin Kirchoff gruptan ayrılmış,yerlerine Rudolph Schenker'in kardeşi Michael Schenker  ve Lothar Heimburg gelmiştir. Ancak Scorpions için en önemli olay kuşkusuz  Klaus Meine’nin vokalistlik görevini,grubu kuran Rudolf’tan devralmasıydı.1970’li yıllarda Batı Avrupa’da çok sayıda konser veren Scorpions artık tüm dünya tarafından tanınmaya başlamıştır.Gruba Ulrich Roth’un da katılımıyla albüm sayısı iyice artmaya başlamış ve rekor sayılarda satılmaya başlamıştır. Bu yükselişte dünyaca ünlü yapımcı Dieter Dierks ile çalışmalarının da büyük katkısı vardır.’ In Trance’ albümüyle Japonya’da en çok satan grup olma başarısını göstermeleriyle beraber grup, Avrupa’nın birçok ülkesinde de turne sayısını iyice arttırmıştır.Scorpions, aynı yılda kendi ülkeleri Almanya’da da yılın en iyi grubu seçilmiş ve artık onlar için Amerika’ya açılma vakti gelmişti. 1973'te Michael Schenker'in UFO'ya geçmesiyle topluluktaki sorunlar yeniden belirmeye başlamış ve grup kısa bir süre için dağılma aşamasına gelmiştir. Ancak grup üyelerinden Meine ve Schenker'in çabalarıyla bas gitara Francis Buchholz, bateriye da Jurgen Rosenthal'ın gelmesiyle tekrar faaliyete geçmiştir.

   1975’te ilk kez Amerika’da turneye çıkan grup aynı yıllarda İngiltere’de de ‘the lion’s den’ sıfatıyla Liverpool’un efsanevi klubü Cavern’de çalmaya başlamış ve birçok müziksever tarafından heyecanla dinlenmiştir.Daha sonra sırasıyla ‘Virgin Killer’ ve ‘Taking by Force’ albümleriyle Almanya ve Japonya’da birçok ödül almışlar ve Ulrich Roth bu dönemden sonra gruptan ayrılma kararı almıştır. "Taken By Force" albümü Scorpions için çok başarılı satışlar çıkartmıştır ve "We'll Burn The Sky" ve "Born To Touch Your Feelings" parçalarının da bulunduğu bu son albümlerinin başarısıyla iyice cesaretlenen Scorpions, Japonya’da da konserler vermeye devam etmiştir.Bu arada da gruptan ayrılan Ulrich Roth’un yerini doldurmak için büyük çaba harcamışlar ve sırasıyla gitara Paul Chapman ve Matthias Jabs geçmiştir. Bu arada Scorpions'un konser albümleri olan "Tokyo Tapes" ve "Best Of Scorpions"u da piyasaya süren RCA Records ile bağlarını koparan grup, İngiltere'de Harvest(EMI), Amerika'da ise Phonogram/Mercury ile anlaşmıştır. 1979 yılında piyasaya sürülen "Lovedrive" albümündeki parçalardan "Loving You Sunday Morning", "Always Somewhere", "Is There Anybody There?" ve unutulmaz bir şarkı olan "Holiday" tüm dünya tarafından dikkat çekmiş ve Scorpions en büyük başarısını bu albüme yakalamıştır.1981'de Scorpions rock müziğin zirvesinde yerini almıştı ki, vokalist Klaus Meine hastalanmış ve uzun süren tedavi süreci,çıkaracakları yeni albüm olan “Blackout’ u geciktirmiştir.Ancak Klaus’un dönüşüyle en kısa sürede çıkardıkları yeni albümleri "Blackout" ne kadar aceleye getirilmiş olursa olsun, adı rock tarihine altın harflerle yazılmış albümlerden biridir.’ No One Like You’ ve ‘You Give Me All I Need’ hit parçalar olmuştur. Grup daha sonra ‘Love At First Sting’ albümüyle müzik piyasasında çok beğenilmiş ve ’Bad Boys Running Wild’, ‘Rock You Like A Hurricane’, ‘Big City Nights’ ve unutulmaz ‘Still Loving You’ parçaları da hala unutulmaz parçalar olarak hafızalarda yerini koruyacak eserler olmuştur. Scorpions daha sonra ‘Savage Amusement’ albümü ve ‘ Rhythm Of Love’, ‘Walking On The Edge' ve ‘Believe In Love ’ şarkılarıyla listelerde yine en üst sıralara yerleşmiştir.Bundan sonra grup yaklaşık iki sene sessiz kalmış ancak sırasıyla çıkardıkları ‘Crazy World’ ve ‘Wind of Change’ albümleri ve bu albümdeki ‘Rhythm Of Love’ ve ‘Beleive in Love’ parçalarıyla yine müzik dünyasını sarsmaya devam etmiştir.’Crazy World’  Scorpions’un başarıyı kazanacağı son albüm olmakla beraber o dönemde grupta bazı ayrılıklar da olmuştur.Artık yapımcılarının eski albümleri tekrar piyasaya sürmeye çalışmaları da grubun dinleyenlerini bıktıran hamleler olmaya başlamıştır. 2010'da çıkardıkları ‘Sting in the Tail’ adlı albümlerinin birkaç yıl süren dünya turnesinin ardından dağılmıştır.

Scorpions’un çıkardığı şarkıların tarzı, grubun kurulmasından en iyi dönemlerini geçirmesine ve hatta dağılmasına kadar geçen sürede her zaman için ilgi çekici olmuştur ki bunu sağlayan da şarkılarında akılda kalıcı melodileri hard-rock tarzına çok iyi şekilde harmanlayabilmelerinden kaynaklanmaktadır.Scorpions bir efsanedir ve hiçbir zaman unutulmayacaktır.

Zamanda Yolculuk Mümkün Mü?


     Teknolojinin şu anda geldiği noktaya baktığımız zaman bundan belki de 100 yıl önce mucize olarak nitelendirilebilecek icatlar günümüzde pek şaşırtmıyor bizleri. Teknolojinin gelişmesi doğru orantıyla ilerlemeyi bırakalı çok oldu. Bu alandaki ivme gün geçtikçe daha da artmakta. Çok yakında Quantum Levitation yoluyla uçan arabalar göreceğiz. Telefonla bir başkasıyla konuşurken filmlerde gördüğümüz gibi o insanın hologramı karşımızda olacak. 3. Boyut her türlü medya göstergecinin vazgeçilmez bir parçası olacak. Aynı şekilde tıpta gelinen nokta öyle bir hal alacak ki, insanlar robotik, yapay organlar sayesinde yüz yıllarca yaşayabilecek. Bunların gerçekleşeceği konusunda çoğu bilim adamı kendisinden oldukça emin gözüküyor. Ama günümzde bile gerçekleşebilmesine mucize olarak bakılan şeyler var. Bunlardan biri de fantastik, bilim kurgu edebiyat ve sinamasının vazgeçilmezlerinden olan ‘Zamanda Yolculuk’ konusu.
    
     Günümüzde zamanda yolculuk söz konusu olunca ilk akla gelen bilim adamları Albert Einstein ve Stephen Hawking’dir. Çünkü onlar fiziğin somutluğuna zaman gibi soyut bir kavramı sokmuşlar ve bu konuda çalışmalar yapmışlardır. Einstein zamanı 4. Boyut olarak tanımlamış, zamanın külte ve hıza göre değişimleri hakkında çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalara göre boşlukta zaman yoktur ve kütle ile doğru orantılı olarak yavaşlar. Yani küneşin kütlesi zamanı dünyaya göre daha fazla eğer. Dolayısıyla güneşte geçirilen zaman göreceli olarak daha yavaştır. Aynı konuyu kütleden bağımsız ele aldığımızda ise bir cisim hızlandıkça kütlenin içinde bulunduğu zaman genişler, yani durağan bir cisme göre yavaşlar. Cisim ne kadar hızlanırsa zamanda o kadar ileri gitmiş olur. Bunu şu örnekle açıklayabilriz; aynı gün doğmuş iki kardeşten biri ışık hızına yaklaşan bir hızda seyehat etseydi, geri döndüğünde kardeşini seyehat yaptığı süreyle doğru orantılı bir şekilde kendisinden daha yaşlı bulurdu. Bu konu artık bir teori olmaktan çıkmak üzere. Aynı malzemeden aynı şekilde yapılmış iki saatten uzay yolculuğu yapan saat, tekrar dünyaya geldiğinde diğerine göre birkaç dakika geri kaldığı görülüyor.
      
     Anlaşılabileceği iki ışık hızındaki bir cisim için zaman durmuş demektir. Son yapılan çalışmalarda, ışık hızından daha hızlı taneciklerin varlığı kanıtlanmıştır. Teoreme göre ışık hızında zaman duruyorsa, ışık hızından daha hızlı hareket eden bir cisim için zaman ne olur? Geriye dönüş söz konusu olabilir mi? Einstein’ın bu zamanı somutlaştıran teoremi üzerinde günümüzde hala net bir cevap alınabilmiş değil. Cern’de de bu konu hakkında çalışmalar yapılıyor. Bu konudaki en büyük sorun ise ışık hızına ulaşan bir cismin moleküllerine ayrılması. Bu ayrılan moleküllerin tekrar toplanabilmesi de şu an için mümkün gözükmüyor.

     Zamanda yolculuk hakkında bir teori için de biraz karadeliklerden bahsetmek istiyorum. Karadelik yoğunluğu sonsuza yakın bir maddeden oluşan (kara madde) cisimdir. Bazı büyük yıldızlar enerjisini bitirdikten sonra daha da şişip süpernovaya dönüşürler. Özel durumlarda bu süper nova külte çekimi ile hızla içe doğru çökmeye başlar ve çökme tamamlandığında bir karadelik oluşur. Karadeliğin ne derece büyük bir yoğunluğa sahip olduğu şu örnekle daha iyi açıklanabilir. Eğer dünyamız bir karadelik olsaydı, hacmi bir toplu iğne ucu kadar olurdu. Yani bir dünya kadar ağır bir toplu iğne düşünün.  İşte bu değrece yoğun bir kütleyi şimdi de güneş hacminde düşünün. 

Karadelikler bu derece yoğun ve hacimli cisimlerdir ve oluşturdukları kütle  çekimi ile yakınlarındaki diğer yıldız ve gezegenleri çekerek gittikçe büyürler. Öyle ki Einsten’ın somut olarak nitelendirdiği zamanı bile bükerler. Karadelik içinde zaman yoktur. Teoriye göre karadelikler gibi bir de ‘Akdelikler’ vardır. Bu Akdelikler ise karadeliklerin çıkış noktasıdır ve ‘Solucan Deliği’ denilen bir tünel ile geçiş sağlanır. Bir cisim bu solucan deliğinden geçerse evrenin farklı bir yerinde veya farklı bir zamanında tekrar doğar. Zamanda yolculuğu mümkün kılan diğer teoride işte budur. Cern’de karadelik oluşturabilme olasılıklıklarını mutlaka duymuşsunuzdur. Molekülleri tekrar bir araya getirebilecek ve çevreye zarar vermeyecek ‘Portatif Karadelikler’ de bir diğer olası zaman makinesi olabilir. Ne yazık ki bu da şu an için mümkün görünmüyor.

     ‘Eğer zamanda yolculuk olsaydı, gelecekten günümüzde gelen olmaz mıydı?’ sorusunu kendinize sormuşsunuzdur. Zamanda yolculuk teorilerini çürüten bir soru gibi görünmekte. Kim bilir belki de Atlantis gibi varlığı kanıtlanamayan ama çok gelişmiş oldukları düşünülen medeniyetlerden birine gelecekten gelenler olmuştur.

     Zamanda yolculuk paradoksundan da biraz bahsetmek istiyorum. Düşünün ki zaman makinesi icat oldu ve zamanda geri gidebiliyoruz ve çocukluk zamanımıza gidip kendimizi öldürdük. Bu durumda bize ne olacak? Bu konuda da oldukça farklı teoriler mevcut. Bunlardan bazıları, günümüz gerçekliğinin silineceği ve insanların hafızalarında bile bir anda yer etmemeye başlayacağınız yönünde.

     Şu an için zamanda yolculuk konusunda insanların yapabileceği çok fazla şey yok. Ama kim bilir belki günün birinde tıpkı geçmişte ‘mucize’ olarak nitelendirilen icatların yapılması gibi bizim de ‘mucize’ dediğimiz zamanda yolculuk bir şekilde gerçekleşir. İşte o zaman şu ana kadar bu konuda yazılan kitaplar ve çekilen filmler biraz olsun gerçeklik payı kazanır. 

                                                                                    Ramazan Cingi